Elia ile Yolculuk – Zülfü Livaneli

Elia ile Yolculuk – Zülfü Livaneli 
Zülfü Livaneli’nin kitaplarını okumak tam konsantrasyon ve bilgi birikimi gerektiriyor. “Elia ile Yolculuk”u elinize alıp bir solukta okumak için McCarthy soruşturmaları, Issık Göl Forumu başta olmak üzere bazı konularda fikir sahibi olmak gerekiyor. Kitabı okurken kimi bölümlerde ara vererek, McCarthy soruşturmalarından, Cengiz Aytmatov öncülüğündeki Issık Göl forumuna, Mea Culpa felsefesinden Maria Callas’ın hayatına kadar birçok konu hakkında bilgi edindim.
Bu tür kitapları “çoğalan kitaplar” olarak adlandırıyorum ve Livaneli’nin çoğu kitabı benim nazarımda bu niteliği taşıyor. Asla kitabın aktardığı ile kalamıyor, her defasında farklı bir konuyu araştırırken buluyorum kendimi.
Kitabın ortalarına kadar Elia Kazan’ın gözünden McCarthy soruşturmaları esnasında yaşananların ve nasıl haksız yere “hain” damgası yediğinin anlatılacağını, özetle Elia’nın aklanma hikayesi ile karşılaşacağımı düşünmüştüm ama yanılmışım.
Kitapta Elia’nın annesinin memleketi, Osmanlı dönemindeki adıyla Germir kasabasına yapılan yolculuğun yanı sıra Elia’nın hayatında -doğrudan ya da dolaylı- yer etmiş birçok farklı karakterle Zülfü Livaneli’nin kendi anılarına ve Elia’ya dair izlenimlerine tanıklık ediyoruz.

“.. hayat, Elia'dan tamamen bağımsız bir biçimde, onun Arthur Miller gibi bazı önemli kader arkadaşları ile yolumu kesiştirdi. Hem de olağan sayılamayacak koşullar altında, dünyanın uzak köşelerinde. Mesela Kırgızistan’da karlı dağların çevrelediği Issık Gölü kıyısında kısrak sütü içer, avlanan kartalları izlerken ya da henüz glasnost ve perestroykayı ilan etmemiş olan Mihail Gorbaçov’la Kremlin’de görüşürken; Reykjavik’ten Ronald Reagan’la yapılan zirveden yeni dönmüş olan Komünist Parti Birinci Sekreteri’nin izlenimlerini dinlerken.” – syf.39

Zülfü Livaneli’nin Issık Göl Forumu’na katılımı, Elia Kazan ile kurdukları ailevi dostluk – öyle ki Elia son romanı Ege’nin Ötesinde adlı son romanındaki bir karaktere Zülfü Livaneli'nin eşi Ülker’in adını vermekte tereddüt etmez- Arthur Miller ile sohbeti gibi kıskandıran anılarını büyük keyifle okudum. Aynı şekilde M.K.Perker'in illüstrasyonları kitabı daha da keyifli hale getirmiş.
Kitaptan kendime çıkardığım son bir not ise en kısa süre içinde yine Zülfü Livaneli’nin “Gorbaçov´la Devrim Üstüne Konuşmalar” kitabını okumak.

Kitabı okumadan önce fikir vermesi açısından, McCarthy Soruşturmaları ve Elia Kazan:
1945’te Sovyetler Birliği’nin tekrar ABD’nin düşmanı olarak öne çıkacağının anlaşılması üzerine, ABD’de bu ülkeye ve Amerikan Komünist Partisi ve diğer sol gruplara karşı kapsamlı kampanyalar başlatıldı.
1940’ta çıkartılmış olan Alien Registration Act (Yabancıları Kayıt Kanunu) çerçevesinde, savaş sırasında 4 milyon 741 bin 971 yabancı fişlenmiş ve politik görüşlerine göre tasnif edilmişti. Şimdi sıra Amerikan vatandaşlarına gelmişti. 1938’de kurulmuş olan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’nin (HUAC) faaliyetleri hızlandırıldı.
İşte McCarthy tam da bu noktada devreye girdi.1946 Amerikan senato seçimlerini Wisconsin eyaletinden kazanarak Washington’a geldiğinde 38 yaşında genç bir taşra avukatıydı. Aslına bakılırsa seçimleri kazanmaya yarayacak ne bir geçmiş başarısı, ne de aman aman bir özelliği vardı. Üstelik yaman bir alkolik ve daha sonra, “büyük oyunun” sonunda ortaya çıkacağı gibi düşük karakterli, habis ruhlu bir adamdı. FBI’ın acımasızlığı, zekası ve değiştirilemezliğiyle ünlü direktörü J. Edgar Hoover’ın, ülkedeki muhalefeti bastırmak, sindirmek için tam da bu türden siyasetçilere ihtiyacı vardı. McCarthy, Hoover’ın desteğinde antikomünizmin en ateşli, en yılmaz savaşçısı kostümünü üstüne geçirmiş olarak meydana çıktı ve 7 yıl sürecek “cadı avı” dönemi başlatıldı.
İlk eylemi, herkesi hayrete ve dehşete düşürecek bir listeyle ortaya çıkmasıydı. Elinde Dışişleri Bakanlığında yuvalanmış 205 komünistin listesi vardı. Ortalık birbirine girdi, herkes bu kişilerin kimliğini merak ediyordu. Kısa bir süre sonra McCarthy sayıyı 57’ye indirdi. Yine olmadı ve daha sonra elinde en ufak bir bilgi ya da belge olmadığı ortaya çıktı. Ama onun için hiç sorun değildi; önüne geleni, soru soranı, karşı çıkanı ezmek için en ufak duraksama göstermiyordu. Sanatçılar, aydınlar, gazeteciler, kamu görevlileri…
Hollywood’da görüşlerinden hoşlanmadıkları kişileri kara listeye alıp yıldırma politikası yürütmeye başladılar. Geçmişinde herhangi bir sol gruba sempatizan olanlar bile ifadeye çağrılıyor ve arkadaşları hakkında ifade vermedikleri takdirde, şirketlere gönderilen kara listelere alınıyorlar, bu artist ve sinemacılara hiçbir şekilde iş verilmiyordu. Bazıları ise bu “cadı avı” döneminde arkadaşlarının adını komisyona vererek kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Bunlar içinde en ünlüsü hiç kuşkusuz yönetmen Elia Kazan idi. Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğan Elia Kazan, baskılara dayanamayınca sekiz arkadaşının adını komisyona verecek, yıllar boyunca “hain” damgası yemekten kurtulamayacaktı. 
Kazan, 1999 yılında Oscar ödülünü kazandığında  geçmişi peşini bırakmamış; Nick Nolte, Ed Haris, Tim Robins, Susan Sarandon, Jesica Lange gibi birçok ünlü oyuncu ve yönetmen durumu protesto ederek ödül töreni sırasında salonu terk etmişti.
Yalnızca 2 yıl öncesinde, 1997’de İstanbul Film Festivali Onur Ödülü’nü almak için geldiğinde Cumhuriyet gazetesinden Ahu Antmen’e “Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum. Ve beni mutsuz etmiyor” diyen Kazan, bu protesto sonrası Oscar heykelciğini kaldırırken dudaklarından tek sözcük dökülüyordu: “Utanıyorum…”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Maria Callas

Anksiyeteyi Dengelemek - Carl Vernon